7 Aralık 2021 Salı

MONOLOG

 Bu gece acının içinden geçelim. O çok içimizden geçti artık sıra bizde. Belki bazı ruh sağlıkçılarından duydunuz bunu. Bir de ben söyleyeyim. Sonuçta duyulmayan sesler koymuşum buranın adını. Belki duyarlar diye... Seslerin, sözlerin, bağırtıların belki de böğürtülerin duyulmadığı, duyulmayan sesler diye bir yer var kafamın içinde. Onları susturmak için kaçamaklar yapıyorum bazen.

Olmayanlar, kırıp dökenler, kırıp döktüklerimiz.
Bir bir ayağımıza takılanlar, yakışanlar ya da yapışanlar veya ayağımızdan ışık hızıyla kaçanlar. Tabii bir de ışık hızıyla kaçtıklarımız var. Hayattaki yerimiz belki de budur, bizim kırdıklarımızla bizi kıranlar arasında bir yerde tükettiğimiz nefese yaşamak diyoruzdur.

Nerede beni var eden hür mü hür düşüncelerim? Baksana, hayat sanki benim için düşünüyor. Hayat bana satranç taşı muamelesi yapıyor. Tek avantajım hangi taş olduğumu bilmek olabilir. Yine de tüm kontrol bizi oynatan hayatta.

Nasıl geçiliyormuş bu acı denen meretin içinden. Hüngür hüngür ağlayarak mı? Cansız nesneleri paramparça ederek mi? Başkasının canını yakarak mı? Bence izin vererek. Vücuttaki tüm sistemlerin, sistemli bir şekilde, zangır zangır titremesine, ağrımasına izin vererek… Benim tasvirim budur. Ne oldu şimdi sistem çöktü mü? Çökmesine izin vermeliyim acının içinden geçmek istiyorsam. Bilinçli ya da bilinçsizce, böyle olmasına insanlar izin veremiyor. İnsanların bir kısmı sonuç olarak yaralı. Kaçıyor acısından, kaçıyor kendisinden... Ah, ne çok isterdim acıyı sadece dilimle tatmayı… Ama biliyorum ki acı da tatlı da lazım... İster bedende olsun ister ruhta, şekerin de bir yeri var acı biberinde. 

Bu gece olağanüstü bir gece ve ben kendimi acının kollarına bırakıyorum. İyi geceler.

Dün gece acının içinden geçerken (henüz orada kalmış olabilirim, biraz zaman alıyor) göz kapaklarıma bir ağırlık çökmüş. Gözlerim sanki ağlamaktan minicik kalmış. Sanki çok uyumaktan ya da az uyumaktan kaynaklı bir yok oluş var, gözlerimde. Dipnot: Hiç ağlamadım dün gece. Ayrıca mışıl mışıl uyudum, acının içinden geçerken. Demek acının kolları ana kucağı gibi rahatmış, güzel uyudum.

Bir dönem, sanki ömrümün bir yerinden sonra hiç acı çekmeyecekmişçesine bazı hüzünleri tadarken yüklü bir miktar ağladım ve artık acı eşiğimi aşmayan bir durumda ağlayamıyorum. Üzülüyorum, dertleniyorum, suratım düşüyor ama ağlayamıyorum. Acıdan geçerken bu yüzden ağlayamamış olabilir miyim? Ben üzüldüğümde yatağım keder kokuyor, kazağım hüzün, saçlarım hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Sonra… Sıcak bir duşla ya da yağmurda ıslanarak temizleniyorum, tüm koku ve gürültü kirliliğinden. Hoş bir manzara görüp, en sevdiğim kokuyu, kahkahaları, neşeli sözleri duyuş ve kapanış.

Neyse ne diyordum ben… Görüntüm enkaz gibi olmasına rağmen yemeğimi yedim, kitap okudum, bitki çayımı içtim… Yalnızca dans edemedim, enkazken sabah rutin dansı olmuyormuş, bilginize… Sabah dansı çok önemlidir benim için. Bir daha acının labirentinde kaybolmayı düşünürsem dans edememeyi göze almam gerekecek.

Akşamüzeri, modern zamanların modalarından, kendi kendinin sıfatını çekme (öz çekim) olayına giriştim. Saçlarım bir hoş gelmişti gözüme ve ben tebessümlü bir fotoğraf patlattım. Çektiğim fotoğrafta kendime inceden acır gibi oldum. Yüzüme hayal kırıklıklarım saplanmıştı. Şaşkınlıkla bilumum ağıtsal, melankolik düşüncelerden geçtim. Biraz daha kendime acıyan cümleler kurmak isterdim ama vücudum artık uyumam gerektiğine dair sinyaller veriyor. İyi geceler.

Günaydın. Bana ne olduğunu sormayın. Bana ne hissettiğimi sorun. Acın kaç derece, derdin kaç kilo diye sorun. Ölçüm ne işe yarar? Acıların değersiz olduğu bu yeryüzünde ‘’acı ölçmek’’ belki bir değer kazandırır… Bir de acı ölçer ve acı birimi lazım olacak bu durumda. Bana nasılsın diye sorun ama ne olduğunu sormayın. Bu hikâye biraz herkesinki gibi aynı, biraz herkesinki gibi eşsiz.

23 Ekim 2021 Cumartesi

Şaşkın

Kat kat giyinmiş ama üşür.
Neden?
Sevgisizlikten, bıkkınlıktan,
Yorgunluktan, çaresizlikten
Ve kimsesizlikten.
Bir süre daha üşüyecek.
Farkında.
Sıcaklık yolda
Ama mesafe bir hayli uzak.

Bu ne ahvaldir?
Cehennemden çıkmaya çalışırken üşümek...
Cennete varmaya çalışırken düşmek...
Bir tezatın içine düşmüş
Ve kimse farkına varmamış.

Çalışır durur,
Yürür durur,
Yorulur durur
Ve sever durur...
Aslında sadece durur.
Oldukça durağandır.
Daha önce hiç;
Çalışmamış, yürümemiş,
yorulmamış, sevmemiş
Ve hiç sevilmemiş gibi
Durağandır.
Gibiler kovalar durur onu.
Kaçtıkça yakalanır gibilere.
Hiç sahicisi kovalamadı.
Gibisi, sahtesi hep var.
Sahicisi hiç yok.
Ne ismin ne cismin ne ahvalin.

20 Eylül 2021 Pazartesi

İki Şehrin Hikayesi

... Kederli kederli yükseldi güneş; güneş ışıklarının vurduğu hiçbir şey, yüreğindeki iyi niyeti ve sahip olduğu yetenekleri doğru kullanma becerisinden yoksun, kendi iyiliği ve mutluluğuna zerre kadar yararı olmayan, kendi çürüyüşünün farkında olduğu halde bu çürümenin onu yiyip bitirmesine izin veren bu adam kadar kederli olamazdı. ...

Sydney Carton’a

Güneşin doğuşu bile

Kederine ışık olmadı

Merhem olmadı.

 

Güneşin doğuşu bile

Onu kurtaramadı

Buhranından.

 

Güneş bile

Kedere bulandı.

Bir yasla bir ağıtla

Doğdu tandan. 

28 Ocak 2021 Perşembe

Gökyüzü Dünya'dan Uzaktır

Ben galiba Dünya’dan uzak bir yer buldum. Gökyüzü. Evet, dünyadan uzak olabilir. Düşünürken kendisi gibi temiz ve berrak düşündürebildiği için bence Dünya'dan uzaktır. Dünya’yı da kendi haline bıraksak belki o da temiz ve berrak olabilir gökyüzü gibi.

Bazen içten içe Dünya’dan uzak bir yerlere gitmek istiyoruz. Oysa bir süreliğine dünya da bizim evimiz değil mi? Elimizde hâlihazırda bulunduğu için kıymetsiz galiba. Âdemoğlunun kendi kişisel tarihinde aşması gereken sorunlarından biri olabilir kıymet bilmemek.

İçtiğimiz suyun, yediğimiz meyvenin, ısındığımız güneşin, ıslandığımız yağmurun, tarifsiz bir büyüyle yağarken büyüsüne kapıldığımız karın ve daha birçok şeyin kıymetini bilemedik galiba. Tüm bunların ve daha nice değerini göz ardı ettiğimiz şeylere paha biçilmezken yazı severim, kışı sevmem vb. hülyalara kaptırdık kendimizi ve dört mevsime değer biçtik. Ben artık tüm mevsimleri seviyorum. Üşümeyi de terlemeyi de seviyorum. Dünya’da var olmanın tadını anlayamadık bizler sanki. Tabii anlamak zahmetli iştir.

Dünya’dan uzak bir yer ararken ben gökyüzünü buldum. Belki Dünya’dan değil de kendimizden uzak bir yer arıyoruzdur. Dünya’da iken bulamadığımız kendimizi aradığımız o uzak yerlerde bulabiliriz gökyüzüne bakınca. Gökyüzü dünyadan çok uzaktır. Dünya’da iken içimizdeki gizli bahçeyi göremiyoruz sanırım. Kendini bulmak için önce kaybolmak gerekir denir ya belki gökyüzünde kendimizi bulabiliriz. Neden olmasın.

15 Eylül 2020 Salı

Gökyüzündeki Ütopya

Düşlerde yaşadılar
Yoluna ay ışığı düşen
Herkesle buluştular.
Yol ile gökyüzü arası
Bir ütopyadaydılar.
Yol yer çekimsizdi.
Bir gökyüzü vardı
Buluttan dostları olan
Bir gökyüzü vardı
Bereketli yağmurlar veren
Bir gökyüzü vardı
İçlerini döküp saçtıkları
Bir gökyüzü vardı
Ağlayıp güldükleri
Bir gökyüzü vardı
İstedikleri resmi çizdikleri
Bir gökyüzü vardı
Gönüllerince çocuklaştıkları
Bir gökyüzü vardı
İstedikleri dansı ettikleri
Bir gökyüzü vardı
Utanmadan ağladıkları
Bir gökyüzü vardı
Türkülerini söyledikleri
Bir gökyüzü vardı
Yeterince
Konuştukları
Sustukları
Düşündükleri
Dinledikleri
Anladıkları...
Tanımadı kimse onları
Gökyüzünden başka.



8 Eylül 2020 Salı

Söndürülen Işıklara

Annemin öğretemedikleri,

Babamın öğütleyemedikleriyle

Büyüdüm.

Anlatılmamış masallarım,

Okşanmamış saçlarım var

Paylaşılmayan sevgiyle

Gösterilmeyen şefkatle

Dopdolu içim dışım.

Öğretilmeyen bilgilere aç

Sevgisizliğe, saygısızlığa

Tokum.

Varlığın soyut

Yokluğun somut olduğu

Çılgın bir çocukluktu benimkisi...

Belki bundandır

Herkesin ana babasını

Kendiminkilerin yerine koymam

Belki bundandır

Her seviyorum diyene

İnanacak kadar aptallığım.

Belki bundandır

Uzanan elleri

Babam sanmam.

Belki bundandır

Her cana şefkatle yaklaşmam.

Belki bundandır

Düşümde herkesle

Aile olmam.

Belki bundandır

Rastlanan her yüzde

Aile aramam.

Belki bundandır

Gerilimlerim.

Kimse niye sormuyor

Sen nasıl büyüdün diye

Daha vahimi

Büyüyebildin mi diye...

4 Eylül 2020 Cuma

Nida

Biri tutsun beni

Yoksa düşerek

Dünyanızı yıkacağım.

Biri tutsun gözlerimi

Ben ağlarsam

Dünyanız boğulacak.

Biri tutsun beni

Ama sahiden tutsun

Ben buradayım,

Yanındayım,

Yalnız değilsin

Desin.

Bu karanlık beni

Kör edebilir,

Köreltebilir.



2 Eylül 2020 Çarşamba

Yalnızca Sev

Afrikalı bir insan kadar aç

Şu çocuk kalbim,

Sevmeye ve sevilmeye…

Onlar bir lokma ekmeğe,

Bir yudum suya,

Bense bir tutam sevgiye

Muhtacım…

Yalnızca sev ki yaşat…

Kalbim yokluğunu çekerken

Anladım…

İnsanoğlu sevgiye aç…


1 Eylül 2020 Salı

Sesli Kalp Kırılmaları

Bir çatırtı duydu. Ayak bileğinden geldiğini düşündü. Bu kadar uzun ve yorucu bir günün ardından bileğinin dayanamadığını düşündü. Oysaki yalnızca kalbi kırılmıştı. Hâlihazırda sürekli kırılmaya müsait kalbi. Sürekli istismar edilen kalbinden gelmişti o ses. Belki de bu istismara bu kadar izin vermemeliydi. Çünkü buna izin verdiği ölçüde bu sesleri duyuyordu zaten. Farkındaydı bunun.

Kalp ve beyin bileşimi olan kimyasal varlık insan. Diğer insanların görmezden geldiği ya da görmemeyi tercih ettikleri adem evladı. Her bir kalp beyin bileşimini önemli sayardı o. Kırılmasın, yorulmasın veya yanılmasın diyerek düşünürdü herkesi ama insanlar ne anlamak isterse onu anlardı. Daha alması gereken çok ders vardı bu hayatta…

Sürekli, kalbini kırık hissediyordu. Bu feci durum onu çok yoruyordu. Pek tabii böyle bir durum birçoklarını yorar. Aslında ihtiyacımız olan kabullenmek. İnsanlar, herkese karşı beklediğimiz şekilde duyarlı ve hassas olamaz. Sanırım herkese karşı duyarlılık gösterebilmek daha korkunç olurdu. Ama o bunu yapıyordu ve sonuçta derin buhranlar içinde buluyordu kendini. Sakın siz yapmayın. Siz kendinizi düşünmediğiniz sürece başkalarının sizi düşünmesini beklemeyin ki beklentiler de çokça üzer.

O, ufacık bedeninin içindeki kalbini hissedebiliyordu. Sanki her bir kırılmayla kocaman bir kalp doğuran öylesine mucizevi güçte, sanki her kırılışında ilk kez kırıldığını sanan öylesine şaşkın bir kalbi vardı. Peki, o da bir kalp-beyin bileşimi değil miydi herkes gibi. Elbette, ne herkesten farklı ne de herkes gibiydi. Ama o beynini değil de kalbini kullanmayı tercih ediyordu.

Kalbini her onarışında kalbine şöyle söz veriyordu: ‘’Tamam, kalbim, bu defa yetti. Omuzlarındaki yükü beynime taşıtacağım. Beynim daha güçlü, evet haklısın ama bu da beynime haksızlık olmaz mı? Tıpkı tüm yükü sana yüklediğim gibi… Utanıyorum kalbim, sana taşıyamayacağın sorumluluklar vermekten, beynime gereken sorumlulukları verememekten.’’

Denge. Evet, mesele kalbi ile beyni arasındaki dengeyi kuramamasıydı. Kalbine verdiği ağırlık onu hep şu görüntüye hapsederdi: Karşılıklı iki tepe var ve bir şeritle bağlılar. Tabii tepenin biri kalp biri beyin. İşte hayattaki dengemiz o şeridin tam ortasıdır ve o, şeridin kalbe en yakın noktasında yaşıyor. Her defasında dengeden çok uzak o konumda dizlerini karnına çekmiş, başını da dizlerine gömerek ağladığı karede buluyordu kendini. Yiyordu kendini. Onu acıtanlara yapamadıklarını kendi ruhuna yapıyordu. İstiyor ki gereken dengeyi sağlasın ama denge noktası onun için hiç görmediği engin denizler, uçsuz bucaksız kâinat gibi yabancı, belirsizdi ve hatta denge noktasının varlığından bihaberdi.

Daha çok üzülmesi, daha da çok kırılıp dökülmesi ve pek çok kere daha kendini kaybetmesi lazım. Gereken dengeyi sağlayabilmek için. Belki de kendini bulmasının yolu önce kaybolmasından geçtiği için.

27 Ağustos 2020 Perşembe

Kayboldu

Sorguladı... Ben kimim diye. Kimdi ki birileriyle hemhal olmak istedi, bir yuva kurmak istedi. Sevmeyi ne zaman öğrendi de seviyorum dedi. Kabule muhtaçmış gibi kendini kabul ettirmeye çalıştı. Kim olduğunu bilmeden ''ben şuyum, ben buyum'' diyerek savaşlar vermek; hayata, insanlara karşı cepheler açmak nedendi? Kim olduğunu bilmeden, olduğu gibi kabul ettirmeye çalıştı kendini. Kendinden haberi yoktu ama kendi olmaya çalışıyordu. Acınası, gülünesi ve hatta çevresindekileri öfkelendirici bir hali vardı. Bazen hiçbir şey olmadığını kabul ederek ruhu kemirgen varlıklara teslim oluyor, kalbindeki sancı ile uçurumdan atlıyor, beynini ve kalbini deşen gerçeklerin okuna boyun eğiyordu; sessizce ve çaresizce... 

Hiçbir şeyi yoktu ama önemli ve güçlü biri olmak istiyordu. Bazen birden çok iş yapmak, birden çok karakteristik özelliği bir arada taşımak istiyordu. Oysaki her şey olmaya çalışırsa hiçbir şey olamayacaktı... Tüm fikirleri ve kendisi düğüm olmuştu. En önemli hareket ve en önemli engel; çaba göstermesi ve mumyalanmış gibi hareketsizce beklemesiydi. Bu durum onu hiçbir yere götürmeyecekti çünkü fizik kurallarına göre herhangi bir hareket olmadığı sürece yükselmesi de imkânsızdı (tabii mucizelere inanmıyorsak). Newton’un hareket yasalarındaki Eylemsizlik Yasası hâkimdi doğasında. 

Genelde uysal ve uyumlu hali tavrı bazen asi ve öfkeli oluyordu. Durup düşününce asi miydi uysal mıydı bilmiyordu. Gerçi mesele hangisi olduğunu bilmek değil hangisini olmak istediğini bilmemesiydi. Sahi ne olmak istiyordu kim olmak istiyordu? Yaş başını almış gidiyordu ama onun bedenini dikey konumlu bir tabuta koymuşlardı, hareket edemiyordu.

Hiçbir işe yaramayan, yaptığı işleri ise beceremeyen, saf ve yalnızca iyi kalpliydi. Belki onun için tek söylenebilir özellik iyi kalpli olmasıydı. Sanki başka hiç niteliği yokmuş gibi hissediyordu. Ama beklenmeyen bir hata oluştu; garipsenen bu dünyada iyi kalpli olmak hiçbir işe yaramıyordu.

Yıllarca, kendini tanıyamadan duygularla sanki ezelde tanışmış gibi hareket etti. Bunu fark ettiğinde artık her şey için çok geçti. Nice duygularını ve düşlerini bu yolda harcamıştı. Hiç bilmediği hisleri yalnızca taklit ederek yaşamaya çalıştı. Taklidi iman der Gazali, o ise taklidi duygular yaşamıştı hep. Bunları fark ettiğinde çaresiz ve savunmasız halde yorgun düştü bedeni. Taklidi iman şişesinin kırılışı gibi duyguların şişesi kırılmıştı. Eskisi gibi olmayacaktı hayatı. Artık yalandan yaşadığı duyguları da ölmüştü ve hayata karşı eskisi kadar heyecan duymuyordu.

Yanlışlıkla tüm duygularını öldürmüştü. Birçok insan gibi toyluğun acı ama öğretici etkisiyle işlemişti bu cinayeti. Artık hislerinden emin olamıyordu. Bunu fark ettikçe kafasında ‘’ben bu dünyada ne yapıyorum adlı sorgu odası müziği’’ çalıyordu. 

Ne âşık olmayı, ne sevilmeyi, ne susmayı, ne de konuşmayı başaramadı... Usullerini veya felsefelerini bilmiyor. Henüz öğrenemedi de. Bu dünyaya ne için gelinir bilmiyor.

Kendi kendisine ışık olamadığı için hayattan ışık beklemekten utanıyor. Mucize aramıyor ya da beklemiyor. Kendisinin elde etmediği bir şeyi istemiyor. Ne acı ki buna uygun da davranmıyor. Düştüğü boşlukta debelenip dururken kayboldu ve kendisini arıyor…

Cam Kırığı Diye Yazılır

Cam kırığı gibi yazılır İnsan gibi görünür Gözyaşı döker Un ufak olur Ya da Paramparça. Kanlı canlı görünür, Aslında Cam gibi kırılgandır. C...