Bu gece acının içinden geçelim. O çok içimizden geçti artık sıra bizde.
Belki bazı ruh sağlıkçılarından duydunuz bunu. Bir de ben söyleyeyim. Sonuçta
duyulmayan sesler koymuşum buranın adını. Belki duyarlar diye... Seslerin,
sözlerin, bağırtıların belki de böğürtülerin duyulmadığı, duyulmayan sesler
diye bir yer var kafamın içinde. Onları susturmak için kaçamaklar yapıyorum
bazen.
Olmayanlar, kırıp dökenler, kırıp döktüklerimiz.
Bir bir ayağımıza takılanlar, yakışanlar ya da yapışanlar veya ayağımızdan ışık
hızıyla kaçanlar. Tabii bir de ışık hızıyla kaçtıklarımız var. Hayattaki
yerimiz belki de budur, bizim kırdıklarımızla bizi kıranlar arasında bir yerde
tükettiğimiz nefese yaşamak diyoruzdur.
Nerede beni var eden hür mü hür düşüncelerim? Baksana, hayat sanki benim
için düşünüyor. Hayat bana satranç taşı muamelesi yapıyor. Tek avantajım hangi
taş olduğumu bilmek olabilir. Yine de tüm kontrol bizi oynatan hayatta.
Nasıl geçiliyormuş bu acı denen meretin içinden. Hüngür hüngür ağlayarak mı?
Cansız nesneleri paramparça ederek mi? Başkasının canını yakarak mı? Bence izin
vererek. Vücuttaki tüm sistemlerin, sistemli bir şekilde, zangır zangır
titremesine, ağrımasına izin vererek… Benim tasvirim budur. Ne oldu şimdi
sistem çöktü mü? Çökmesine izin vermeliyim acının içinden geçmek istiyorsam. Bilinçli
ya da bilinçsizce, böyle olmasına insanlar izin veremiyor. İnsanların bir kısmı
sonuç olarak yaralı. Kaçıyor acısından, kaçıyor kendisinden... Ah, ne çok
isterdim acıyı sadece dilimle tatmayı… Ama biliyorum ki acı da tatlı da
lazım... İster bedende olsun ister ruhta, şekerin de bir yeri var acı biberinde.
Bu gece olağanüstü bir gece ve ben kendimi acının kollarına bırakıyorum.
İyi geceler.
…
Dün gece acının içinden geçerken (henüz orada kalmış olabilirim, biraz zaman
alıyor) göz kapaklarıma bir ağırlık çökmüş. Gözlerim sanki ağlamaktan minicik
kalmış. Sanki çok uyumaktan ya da az uyumaktan kaynaklı bir yok oluş var,
gözlerimde. Dipnot: Hiç ağlamadım dün gece. Ayrıca mışıl mışıl uyudum, acının
içinden geçerken. Demek acının kolları ana kucağı gibi rahatmış, güzel uyudum.
Bir dönem, sanki ömrümün bir yerinden sonra hiç acı çekmeyecekmişçesine bazı hüzünleri
tadarken yüklü bir miktar ağladım ve artık acı eşiğimi aşmayan bir durumda
ağlayamıyorum. Üzülüyorum, dertleniyorum, suratım düşüyor ama ağlayamıyorum.
Acıdan geçerken bu yüzden ağlayamamış olabilir miyim? Ben üzüldüğümde yatağım
keder kokuyor, kazağım hüzün, saçlarım hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Sonra… Sıcak
bir duşla ya da yağmurda ıslanarak temizleniyorum, tüm koku ve gürültü
kirliliğinden. Hoş bir manzara görüp, en sevdiğim kokuyu, kahkahaları, neşeli
sözleri duyuş ve kapanış.
Neyse ne diyordum ben… Görüntüm enkaz gibi olmasına rağmen yemeğimi yedim,
kitap okudum, bitki çayımı içtim… Yalnızca dans edemedim, enkazken sabah rutin
dansı olmuyormuş, bilginize… Sabah dansı çok önemlidir benim için. Bir daha
acının labirentinde kaybolmayı düşünürsem dans edememeyi göze almam gerekecek.
Akşamüzeri, modern zamanların modalarından, kendi
kendinin sıfatını çekme (öz çekim) olayına giriştim. Saçlarım bir hoş gelmişti
gözüme ve ben tebessümlü bir fotoğraf patlattım. Çektiğim fotoğrafta kendime
inceden acır gibi oldum. Yüzüme hayal kırıklıklarım saplanmıştı. Şaşkınlıkla bilumum
ağıtsal, melankolik düşüncelerden geçtim. Biraz daha kendime acıyan cümleler
kurmak isterdim ama vücudum artık uyumam gerektiğine dair sinyaller veriyor.
İyi geceler.
…
Günaydın. Bana ne olduğunu sormayın. Bana ne hissettiğimi sorun. Acın kaç
derece, derdin kaç kilo diye sorun. Ölçüm ne işe yarar? Acıların değersiz
olduğu bu yeryüzünde ‘’acı ölçmek’’ belki bir değer kazandırır… Bir de acı
ölçer ve acı birimi lazım olacak bu durumda. Bana nasılsın diye sorun ama ne
olduğunu sormayın. Bu hikâye biraz herkesinki gibi aynı, biraz herkesinki gibi
eşsiz.