Bir
çatırtı duydu. Ayak bileğinden geldiğini düşündü. Bu kadar uzun ve yorucu bir
günün ardından bileğinin dayanamadığını düşündü. Oysaki yalnızca kalbi
kırılmıştı. Hâlihazırda sürekli kırılmaya müsait
kalbi. Sürekli istismar edilen kalbinden gelmişti o ses. Belki de bu istismara
bu kadar izin vermemeliydi. Çünkü buna izin verdiği ölçüde bu sesleri duyuyordu
zaten. Farkındaydı bunun.
Kalp ve
beyin bileşimi olan kimyasal varlık insan. Diğer insanların görmezden geldiği
ya da görmemeyi tercih ettikleri adem evladı. Her bir kalp beyin bileşimini önemli
sayardı o. Kırılmasın, yorulmasın veya yanılmasın diyerek
düşünürdü herkesi ama insanlar ne anlamak isterse onu anlardı. Daha
alması gereken çok ders vardı bu hayatta…
Sürekli, kalbini kırık hissediyordu. Bu feci durum onu çok yoruyordu. Pek tabii böyle
bir durum birçoklarını yorar. Aslında ihtiyacımız olan kabullenmek. İnsanlar, herkese karşı beklediğimiz şekilde duyarlı ve hassas olamaz. Sanırım herkese
karşı duyarlılık gösterebilmek daha korkunç olurdu. Ama o bunu yapıyordu ve
sonuçta derin buhranlar içinde buluyordu kendini. Sakın siz yapmayın. Siz
kendinizi düşünmediğiniz sürece başkalarının sizi düşünmesini beklemeyin ki
beklentiler de çokça üzer.
O, ufacık
bedeninin içindeki kalbini hissedebiliyordu. Sanki her bir kırılmayla kocaman
bir kalp doğuran öylesine mucizevi güçte, sanki her kırılışında ilk kez
kırıldığını sanan öylesine şaşkın bir kalbi vardı. Peki, o da bir kalp-beyin
bileşimi değil miydi herkes gibi. Elbette, ne herkesten farklı ne de herkes
gibiydi. Ama o beynini değil de kalbini kullanmayı tercih ediyordu.
Kalbini
her onarışında kalbine şöyle söz veriyordu: ‘’Tamam, kalbim, bu defa yetti.
Omuzlarındaki yükü beynime taşıtacağım. Beynim daha güçlü, evet haklısın ama bu
da beynime haksızlık olmaz mı? Tıpkı tüm yükü sana yüklediğim gibi… Utanıyorum
kalbim, sana taşıyamayacağın sorumluluklar vermekten, beynime gereken
sorumlulukları verememekten.’’
Denge. Evet, mesele kalbi ile beyni arasındaki
dengeyi kuramamasıydı. Kalbine verdiği ağırlık onu hep şu görüntüye hapsederdi:
Karşılıklı iki tepe var ve bir şeritle bağlılar. Tabii tepenin biri kalp biri
beyin. İşte hayattaki dengemiz o şeridin tam ortasıdır ve o, şeridin kalbe en yakın
noktasında yaşıyor. Her defasında dengeden çok uzak o konumda dizlerini karnına
çekmiş, başını da dizlerine gömerek ağladığı karede buluyordu kendini. Yiyordu
kendini. Onu acıtanlara yapamadıklarını kendi ruhuna yapıyordu. İstiyor ki
gereken dengeyi sağlasın ama denge noktası onun için hiç görmediği engin
denizler, uçsuz bucaksız kâinat gibi yabancı, belirsizdi ve hatta denge noktasının
varlığından bihaberdi.
Daha çok üzülmesi, daha
da çok kırılıp dökülmesi ve pek çok kere daha kendini kaybetmesi lazım. Gereken
dengeyi sağlayabilmek için. Belki de kendini bulmasının yolu önce
kaybolmasından geçtiği için.